Tangoları Hüzünlüdür Kuzeyin / Buket Uzuner

National Geographic dergisi beni daima ilgilendirmiştir. Sıradan bir yaşamın içinde, günlük detayların arasına sıkışarak yaşayan insanların hayal güçlerini zorlayacak dünya ve uzay maceralarını, canlı ve cansız doğayla birlikte, farklı kültürlerin renklerini evlerin içine taşıyan nefis bir dergi. Her yaştan gencin en azından gözüne değmesi gereken bir aylık kültür yelpazesi.

Güzel ve ılık bir sonbahar Brüksel öğle sonrası, evinde yemek yediğimiz Belçikalı mimar Lilianne’in kitaplığını karıştırırken eski bir National Geographic sayısına rastladım. Gelişigüzel bir sayfayı açtığımda, kalpaklı iri bir adamın, bir kar çölünde yürüdüğü karanlık, soğuk ve yalnız dev bir fotoğrafla burun buruna geldim. Bu, Finlandiya’yı, özellikle Helsinki’yi anlatan bir yazının giriş fotoğrafıydı. Cebimdeki son 20 dolarla dört gün sonra, Finlandiya’ya gidecektim ve henüz bir iş bulamamıştım. Avrupalı dostlarım içinde en sıcakkanlı, en sevecen ve paylaşımcı olanları hep Finler arasından çıkmış, bunun bir tesadüf olup olmadığına, orada yaşamadan karar vermek istememiştim. Böyle bir ruh halinde, bu ıssız, tenha ve ırak Helsinki fotoğrafı beni nasıl ürkütmüştür, hiç unutamam.

Dört gün sonra ayrılacağım ve sonra bir daha hiç görmeyeceğim Cezayir grubundan mimar erkek arkadaşım, tekrar sıcak Akdeniz’e dönecek olmasının güveniyle, National Geographic dergisine bakıp, “Tanrım, ne korkunç bir yer, tanıdıklarım içinde senden başka hiç kimse oraya gitmek istemez,” demişti. Korkumu belli etmemek için, “Benden başka kim yazı Sahra’da, kışı kuzey kutbunda geçirir,” diye geçiştirmiştim.

Finnair’in özenli servisiyle öne çıkan rahat bir yolculuktan sonra Tampere Havaalanı’na indiğimde, eski bir Fin arkadaşım Reijo beni karşıladı. Yüzüne çok yakışan mavi parlak gözleri ve minik burnunun altına yerleştirmeyi hiç ihmal etmediği utangaç gülümsemesiyle beni kucakladı.

Havaalanından Pirjo ve Pirkko’nun evine giderken, Finlandiya’nın ikinci büyük kenti ve endüstri merkezi olan Tampere’yi, arabanın camından içeriye sığdığı kadarıyla algılamaya çalışıyor, bir yandan da Reijo’yu dinliyordum.

Tampere’nin serin ve gri sonbahar akşamına radyodan yayılan tangolar eşlik ediyordu. Reijo, daha sonra pek çok Fin’den duyacağım cümleyi işte o ilk Tampere akşamında söyledi: “Finlandiya’da tangolar hüzünlüdür!”

Gerçekten de Akdeniz’in neşe dolu, rengarenk tınılar saçan Latin tangoları, kuzeyde kederliydi. Sonradan Finlandiya’nın yalnızca tangolarının değil, hafta sonlarının ve uzun kışlarının da hüzünlü olduğunu öğrendim. Ama kuzeyin bu, ne komşuları gibi Viking olan, ne de öbür komşuları Rusların bütün çabalarına karşın Slavlaşan, sıcakkanlı insanları, akrabaları Estonyalılar ve Macarlar gibi her fırsatı değerlendirip, eğlenmeyi, doğadan ve saunadan zevk almayı bir sanat şekline dönüştürmüşlerdi.

Pirjo ve Pirkko, ortak kiraladıkları dairenin ait olduğu blok apartmanların avlusunda yeniden sevgiyle karşıladılar. Üç yıldan fazladır görüşmemiş iyi arkadaşların keyfiyle kucaklaştık.

Pirjo’nun gözleri altına çöken siyah halkalarda, geçen üç yılın mektup ve kartlarına sığmayan, anlatılmamış pek çok sıkıntının izlerini yakaladım. Sosyal hizmet uzmanı, sarışın, maviş, tipik bir Fin olan Pirjo, uyumsuz ve kimsesiz çocukların bakıldığı özel bir enstitüde çalışıyordu. Oslo’da yaz tatili sırasında birlikte garsonluk yaptığımız otelde tanışıp, sıkı fıkı olduğumuz o günlerde, laf arasında geçen bir cümlesi uzun süre aklıma takılı kalmış, beni hayli düşündürmüştü. Psikolojiyi çok ilginç ve keyifli bir bilim dalı olarak gördüğümü söylediğimde, Pirjo âdeta azarlar bir ses tonuyla, “Evet öyledir,” demişti, “psikolojiyi pek çok insan ilginç bulur, ama bunlar çoğunlukla psikoloji dışında meslekler edinmiş, sağlıklı yetişmiş insanlardır. Oysa, pratik olarak psikolojiyi iş edinenlerin çoğu sorunlu yetişmiş insanlar arasından çıkar.”

Bu söylediği, elbette kendi yorumu ve genellemesiydi. Ama, yine de takılmıştı kafama işte.

İş bulmak, iş ve oturma izni alabilmek için geçen ilk üç aylık Finlandiya günlerinde, Pirjo’nun sırrını çözmek için şansım oldu. Bu bir şans mıydı acaba? Çünkü bu sırrın fiyatı, dostluğumuz olacaktı! Pirjo, Jean Sibellius, Eino Leino, Alvar Aalto, General Mannerheim gibi Finlerin gözbebeği ünlüleri bana tanıtmaya içtenlikle didinirken, birlikte geçirdiğimiz dost akşamüstlerinin sıcaklığı, arkadaşlığımızın sınırlarını karşılıklı genişletmemize yol açmıştı. Bu sınırlar, taa çocukluğumuza dek uzandı sonunda.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Finlandiya önce Almanlarca işgal edilmiş, sonra Sovyetler’in yardımıyla, Alman Nazilerden kurtulma savaşındadır. Fakat Sovyet yanlısı kızıl Finlerle, milliyetçi Finler arasında kıyasıya bir gerilim oluşur ve kanlı bir iç savaş patlar. Bu kez de ülkedeki Rusları atmak için Alman Nazilerden yardım isteyen milliyetçi Finler, Finlandiya’yı çalkalar. Ve kan gölüne dönüşen göller diyarı, yıllarca kaynar. Bu kargaşa günlerinde yokluk, korku, kuşku ve kederin kol gezdiği Finlandiya’da, Pirjo’nun yakışıklı babası, kendinden on beş yaş büyük, alımlı bir kadınla evlenir. Yoksulluk yıllarının bir de erkeğin ailesinin, gelinlerini reddetme sancısına, burukluğu eklenir.

Savaşlar sonunda, yorgun Finlandiya, bağımsız bir devlet olurken, 1940’ların sonunda Pirjo doğar. Annesi kırk bir, babası yirmi altı yaşındadır ve işsizdir. Küçük bir çocukken, çorba içmek bile lükstür Pirjo için. Bir akşamüstü elinde uzun bir urganla tuvalete giren babasını gören küçük Pirjo onun gözlerindeki veda pırıltısını asla unutamaz. İntihar eden genç babasının bütün vicdan yükünü yaşantısının sonuna dek taşımaya o sırada bilinçaltı bir kararla tutsak olur. Çünkü içinde babasını kurtaramadığı saplantısı oluşmuştur.

Pirjo’nun hikâyesi onu gözyaşları içinde, beni tir tir titrer bir halde bırakıp bittiğinde, yerdeki güzel İran halısının üstünde sararmış siyah-beyaz fotoğraflar serili duruyordu.

On iki yıllık erkek arkadaşı Keijo’nun hiçbir zaman Pirjo’nun sevgilisi olamayışı, daima bir baba figürü oluşturması da bu hikâyeyle açıklanabilirdi.

Finlandiya “Rusko” dedikleri şahane sonbaharla olağanüstü kırmızı, turuncu, sarı renkli bir şölene dönüşür her yıl. 60 binden fazla gölle neşelenmiş ülkenin göl kenarlarından birinde, saunalı bir ahşap evde hafta sonu geçirirken bolca konuştuk Pirjo’yla. Artık geçmişin zincirlerinden kurtulup, kendi gerçek hayatını yaşaması gerektiğinde diretiyordum ben. O, susuyor, çaresiz ve boş gözlerle uzakları seyrediyordu.

Aylardan sonra, hiç yeri yokken, hiç olmaz bir nedenle Pirjo’yla tartışmaya başladığımızda, onun içindeki birikenleri henüz bilmiyordum.

Tartışma büyüyüp, birbirimizi fena halde kırdığımızda, nedenini sonradan anlayacağım bir elektrik, aramızda bir daha asla eskisi denli sıcak kurulamayacak bütün köprüleri yıktı.

Pirjo bütün geçmişinden kurtulmaya başlamıştı, beni de kazıyıp attı. Sonraki bir yılı, kiraladığım bir odada, sonradan edindiğim harika dostlar arasında geçirdim. Teknik üniversitede araştırmacı ve “lecturer” (ders anlatan akademisyen) olarak çalışıyordum. İş ve arkadaş çevremiz çok farklılaşmıştı, ama yine de ondan haber alıyordum. Pirjo, asla ayrılamayacağını sandığı Keijo’dan ayrıldı, işini değiştirip, bir hastanede çalışmaya başladı.

Onu bir daha görmedim, belki de hiç görmeyeceğim. Ama bunun pek önemi yok. Onun şimdi daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum ve o, benim gözümde daima Finlandiya’nın bir parçasıdır.

Bir dostluğa mal olsa da, yabana atılır bir deneyim değildi. Bazen böyle olur. Bir dost yitirir ama çok değerli bir deneyim kazanırsınız. Zaten hayat da böyle bir şeydir aslında. Acaba Pirjo artık hüzünlü kuzey tangoları yanı sıra canlı Akdeniz tangoları da dinliyor mu, diye merak ederim zaman zaman.

Kaynak:

Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları, Buket Uzuner, 1. Basım: 1989

Kaynak kopya: 17. Basım: Mart 2020, Everest Yayınları